5 Şubat 2011 Cumartesi

Film izleyen insan gözlemi ve Bir Diyalogumsu Hikaye

Önceki ay bir diyaloğumu senaryo haline getirmek istediğimi söylemiştim. İkinci diyaloğu okuyan kimse Bilinçaltındaki Bağlantıların, gündelik yaşama uyumu ve bilinci sorgulama ile ilgili olduğunu anlar. Gerçi böyle soruya yanıt arayan Woody Allen tarzı filmler Cevap Veriyorum tarzı Nuri Öztürk kitaplarına benziyor da, neyse. Bir şeye de değinmek istiyorum. Filmde aksiyon gerekliliği ve entelektüellik hakkında. Entelektüel bazda bize yansıtılan belli bir kesime hitap eden filmler olduğu herkesin anladığı bir gerçek. Ki bugün Sinemaya gidelim dediğimizde bazı kimseler "Vizyonda bana göre film yok." diyebiliyorlar. Genellikle Türkiye Halkının izleyicisi aksiyonu bol filmlerden hoşlanıyorlar. Bu derin araştırmalara girebilecek bir konunun giriş maddesi, çünkü; kişi sinema izlerken yaptığı şeyler, yani bir şeye odaklanan insanın bilinci ya da düşüncesi çok önemli. Bir arkadaşım var, O; genellikle film izlerken komedi ya da aksiyon filmlerini tercih ediyor. Bu seyircinin aktifliği açısından var sayarsak bu komedi için geçerlidir. Gülme, mutluluk etkisi. Ama bu mutluluğun, komediyi geçen tek bir türü var ki direkt bilinçaltına hitap eden aksiyon öğesi. Plasebo etkisi. Bahsettiğim şeyi anlamışsınızdır, bir örnekle irdelemeye devam edelim. Bir kahraman polis; namussuz, kötü bir suç işleyen, polisin sevdiğini elinden alan kötü adam. Polis kötü adamı döver. Gülmeye de örnek verip eşitleyelim:
"+Hayatımda sevmediğim bir şey varsa o da muzlardır.
-Sen teknik açıdan bir insan olmana rağmen ruhsal açıdan bir psikopatsın. Ve ilk tanıştığın kıza muzları sevmediğini söylüyorsun.
+Geleceğe yatırım yapıyorum.
-Nasıl bir yatırımmış?
+Ekonomik. Şimdiden muzları sevmediğimi söylüyorum ki sevgili olursak denizde ki muzlara binip, düşüp boşu boşuna para harcamayalım diye." Seyirci güler.

Farka bakınız. Burada gülen seyirci, ama diğerinde gülen polis. Ama iki tarafta da seyirci etkileşimi var. Bu gayet basit. İnsan sosyal, sanatsal diyebileceğimiz etkinliklere ruhuyla katılır. Yani her romanda kendine bir kahraman seçer. Ve ruhunu kahramanın genlerine, yeteneklerine, ailesine, durumuna, yaşantısına koyar. Kitaplar özellikle buna kanıt olabilir. Öyleyse insanın fiziksel olarak katıldığı etkinliklerden çok ruhuyla hissederek katıldığı etkinlikler ona daha çok etki sağlıyor. Çevresindeki etkenlere ruhuyla ya da fiziğiyle katılabiliyor.

En başa döneyim, yeni bir senaryo girişimim var. Bu konuyu spoiler vermeyeceğim bir yönden anlatıyorum, ama buna burada cevap verdiğim için Cevap Veriyorum 2 olacak ama neyse. Yukarıdaki muzlu diyalog -evet muzlu- hoşuma gitti, onu senaryomdan bağımsız halde devam ettirmeyi planlıyorum. Nesnelleştirmek için hani Annie Hall'da bir kafede oturmuştu ya Diana ve Woody. Onu hayal edin. Yeni tanışmışlar.

Bir de alakasız olarak bir şey diyeceğim, yeni başlamışlar deyip kesecektim. Kesemedim. İyi geceler demek geldi içimden. 15 saniyede karar verdim, bu benim e-posta anlayışımdan kaynaklı. Ben herkese hatta babama bile üçüncü şahıs ağzından yazarım. "Babacığım, nasılsınız? Bahis ettiğiniz dosyayı size gönderiyorum. İyi geceler dilerim." Kendinizi babam yerine koymayın. Çünkü garip bir adamdır. Doktordur. Tasavvuf ve felsefe konusunda bilgi sahibi olmak ile merak ettiğim şeylerle kendisinin ilgisi yoktur. Genlerden olacak ki, ayrı yollardan bir araya geliriz hep babamla. Neyse, ben bu üçüncü şahıs şeylerimi başkalarına da atacağım sanki atmayacak mıyım? Onlara da üçüncü şahıs. Neyse. İyi geceler diyorum çünkü saat 02:06. İyi geceler!

-

Bilmiyorum, onunla bir arkadaş aracılığıyla değil doğrudan uzun bir kahve kuyruğunda tanışmıştım. İnsanlar kendine gelmek için kahve alırlar. Ben ise sadece kuyruğa girerim. Daha ucuz. Kuyruktaki insanlar ya orada uyuyup kahve uyanınca alırlar, ya benim gibi yaparlar. Ben, bir süre sonra bilincim açılınca o kuyruktaki insanları gözlemlemeye bayılırım. Zaten O'nla da bir kadının şapkasına aynı şekilde gülerek tanışmıştık. Bana döndü:

+Rahatsız duruyor olmalı.
-Bilmem farketmedim.
+Ona bakıyordun.
-Evet çünkü uyanmak için kahve almaya gidiyor ama kahve almak için giyinirken uyanıyor ve farkında değil.
+Gülünç.
-Evet evet baksana kürkü var.
+Ama kıştayız.
-Yazın her devrimcinin parkası, her sosyetenin deri elbisesi vardır.
+Kürkü?
-Bilmem, kafiyeli olmayacaktı.

Güldü ve benle tanışmak istedi. Tanıştık. 2-3 hafta sürekli konuştuk. Gerek telefonda, gerek yüz yüze. Sonra birbirimizin başka bir yerine değil de gözlerimize baktığımızı anladım. Uzun vadede bakmak için bir kafeye çağırdım. Hayır, evlenmek değil. Sadece birbirimizi daha yakından tanımak için.

+Bana bir çıtır tavuk.
-Bana da özel baharat ve soslarla bulanmış ve dolanmış ve virgülsüz kullanıma kasılmış uzun isimli külbastı.
Garson: Kuzu külbastı mı dana mı?
-En iyisi.
Garson: Kuzu sevilir.
-Kuzu.
*Garson gider*
+Bu vakitte et mi yiyeceksin?
-Neden ki?
+Akşam yemeğinde değiliz ve sonuçta.. Ve.. Yani sonuçta onları öldürenler katil.
-Etimin lezzetli olduğuna inandırırsan beni öldürüp yiyebilirsin.
+*Alaycı bir şekilde kafasını sallayarak güler*
-Şaka yapıyorum.. Vejetaryen misin?
+Dana, koyun, kuzu.. Ölmeden kesilen her canlı konusunda evet.
-*Başını sallar*
+Hey yani nedir, Musa halkı ineklere tapıyor diye şiddetlenerek inek katliamı yapmış. Kurban da bu.
-Değişik düşündün.
+Başka açıklaması var mı? Yani Tanrı..
-Bu konunun Tanrı'yla ilgisi yok. Tanrı sadece fakirleri doyurun demiş. Bir örnekle de açıklamış.
+Ne yani Tanrı matematik kitabı yazarı mı?
-Hayır bir komedyen. Hem de sıkı bir komedyen. Binlerce an, binlerce nefes, binlerce yaşam. Ve binlerce de espri. O büyük adam beni güldürüyor. Yani.. Kendi kendime güldürüyor ama esprileri o yapıyor.. Ve bazen aynaya geçip gülüyorum ve yukarıya bakıp "Ha iyiydi di mi?" deyip gülüyorum. Yani sonuçta dünyada ağaç dikebiliyoruz. Ne yiyeceğimize karar veriyoruz ve Tanrı inekleri besleyip çoğaltmayı da sonra onları doğrayıp fakirlere dağıtmayı da bize söylüyor ya da kasaplar falan filan.
+Fazla konuşmayı sevmiyorsun değil mi?
-Hayır konudan kaçmayı sevmiyorum. Kola falan içer misin?
+İçerim
-*Garsonu çağırır, garsona kola istediğini söyler, garson gider*
+Bekleme süresinden iğreniyorum.
-Kahve alırken tanımadığın insanlarla muhabbet ediyorsun.
+Peki.. Aslında birazcık doğru ama.. Hadi kimi kandırıyorsun ki hepimiz böyleyiz, annemden ya da babamdan değil televizyonda ilk duyduğum şeyi anneme babama söyledim ben. Seninle kafede tanışmam gibi. Orada televizyon gibi insanları izlerim. Sonra benzediğim, yakın hissettiğim birisine söylerim. Benim televizyonum gerçek hayat hem.. Kendimi kaptırabiliyorum. Ama sonuçta gerçekler. Ve, ve lafına gelirsek; evet, tanımadıklarımla tanışabiliyorum ama hissediyorum ki onlarla aynı ailedeniz.
-Ne yani bu sevgili olamayacağımız manasına mı geliyor?
+*Güler.* Hayır. Ama ruhlarımızın daha önce tanıştığı ve şimdi de bir tatile çıkmamız gerektiği manasına geliyor.

-Hayatımda sevmediğim bir şey varsa o da muzlardır.
+Yanılmışım sen teknik açıdan bir insan olmana rağmen ruhsal açıdan bir psikopatsın. Ve ilk tanıştığın kıza muzları sevmediğini söylüyorsun.
-Geleceğe yatırım yapıyorum.
+Nasıl bir yatırımmış?
-Ekonomik. Şimdiden muzları sevmediğimi söylüyorum ki sevgili olursak denizde ki muzlara binip, düşüp boşu boşuna para harcamayalım diye.

+Babam gibisin.
-Hayır pratiğim.. Yani.. Neyse fazla uzatmayacağım.. Yemeklerimizi yiyelim ve insanlarla dalga geçelim haydi!

-

Uykum geldi. Yoksa bayağı devam ettirebilirdim. Tatile göndermezdim tabi. Yoksa zevki çıkmazdı. Hepinize iyi geceler 2.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder