19 Ocak 2011 Çarşamba

Lear

Bir uzun hikayemi var. Felsefi açıdan Marksist Şair Lear. Başkalarının hayatında figüranlık yapmaktan kendi hayatını ihmal etmiş Theodore. Ukalaca düşünür William. İlk bölümünü ya da ne yapmak istediğimi paylaşacağım birazdan. Lear ile ilgili ilk bölüm bu. Hâlâ yazıyorum. Şu Şamanizm konuda bilgili birileri bana ulaşabilirse iyi olur. Evet bir Şaman köyünde ilham arayacak Lear, ve diğerleri kendine göre olanları.

-


-1-

Önceki gezide aldığı yarasının izi koluna artık bir dövme gibi yazılmıştı. Hiç bir zaman anlamadığı desenli dövmeler gibi durmuştu, aslında doğanın kendisine böyle bir şey hediye etmesi hoştu.
İnsanların bazen isteyip yapamadığı şeylerin kendisine istemsiz bir şekilde gelmeleri, mesela kozalak toplamak yerine rüzgârın kozalağı getirmesi gibi iyiydi.
Öte yandan bu tür geziler yapmaya ve bu yaralara alışmaya mecburdu. Hep aynı yerde bulunanın aynı fikirleri olacağına inanıyordu. Hayal gücü fazla geniş olmaması bu unsuru kendi açısından destekliyordu.
Yani sadece yerini değiştirenin başka fikirleri olacağına inanıyor, bilincini açmış bir adamın ayrı pencerelerden yaklaşacağına inanamıyordu. Pencereler ona göre değildi, kendini hapsetmek istemiyordu.
Bağlılığa olan korkusu gazetecilik üniversitesini sonuncu sınıfta terketmesiyle desteklenmişti arkadaşları tarafından. Okumaya devam ederse gazeteci olacağına inanıyordu.
Şairane yönünü baltalamaktan korktu. Bilinçaltında yetenekleri kazanılmış bir kale olarak gördüğünü kendi benliğine itiraf edemiyordu.
"Desenli şeylerden nefret etmene rağmen bu desenli yarayı göstermek için gömleğinin kolunu sıyırıyorsun Lear."
Haklılardı, desenli şeyleri sevmesine rağmen nefret ederdi Lear. Lüks studio dairesindeki herşeyi düz renkti. Elinde olsa bütün kitaplarını tek renke boyuyacaktı.
"Bence Lear'ın yaptığı biri şu yaraya nolduğunu sormasını sağlamak, ardından onun üzerine yazdığı şiiri ve şairane anısını okumak." dedi Pattie.
Aslına bakarsanız biraz haklıydılar, çünkü Lear yazılarından bahsetmeyi, kendi fikirlerini; düşüncelerini anlatmaya bayılırdı.
Normal hayatta da bazı deyişlerini tirat olarak adlandırır. İlk defa tanıştığı bir arkadaşının yanında istemeden de olsa bir tirat atar, arkadaşının tirat diye nitelendirmesini beklerdi.
Linda'dan da bu yüzden hoşlanmıştı. Bir kaza olmuş, onun ardındaki Lear bir tirat atmış, kızı tavlamıştı. Linda erkeğini kendine bağlanmasını istemezdi. Ama bazı şeylerde onun üstüne gitmekten
ve onu bazı şeylere yönlendirmekten hoşlanırdı. Oyuncu olmasından ötürü sıkı bir hafızası, güzel bir sesi vardı. Oyuncu olmasından ötürü olmayacak ki iyi bir kalçası da vardı.
Lear bu üçünden de etkilenmişti. Kadınına sevdiği şiirlerini ezberletir, sonra arkadaş toplantılarında ona okutmaktan zevk alırdı. Lear'ın oyunculuğu sahnede açılmaz, gerçek hayatta da dikkatli gözlemcilerden kaçmazdı.
Şiirlerini okurken Linda, Lear utangaç heyecanlı bir çocuk kostümünde gizlenir. Alkışlanınca tiyatrosundaki kahramanı oynamaktan çekinmezdi.
Yalnız gerçek hayat tiyatro olmayacak ki; bazı konuşmalarını bitiremeden dayak yediği de oldu.
"Linda, lütfen. Pattie, evet dediklerimden zevk alabilirim ancak hasta da değilim onları söylemeye."
Theodore gülümsedi. Theodore en yakın arkadaşıydı Lear'ın. Her durumda yanındaydı. Yanlış yapsa yanlışını korkmadan söyler. Lear küssede yanından ayrılmazdı.
Lear'ın onu sevmesinin nedenini bir yana bırakırsak Theodore Lear'ın deliliklerinde kaybolmuş doğru adamı canlandırmaktan; tiyatro da yaşamaktan zevk duyuyordu.
Zengindi, şehrin bir özel tiyatrosunun sahibinin oğluydu. Aynı okulda okumuşlardı Lear'la, üçüncü senesinde edebiyatı bırakıp konservatuara geçmişti.
Orada Linda'yla tanışmıştı. Linda'nın aşık olacağını biliyordu Lear'a. Belki hayatına heyecan katmak için belki de gerçekten arkadaşını düşündüğü için yardım etmişti.
Theodore'u dediklerinden anlamak; kelimelerinin anlamını kavradığımızı var sayarsak çok doğrucu davuttu, gerçek. Ama içteki kendi benliğinde ki Theodore farklıydı.
İçindeki Theodore, Lear gibi dışarlarda gezmek yerine; kurgularda gezmeyi tercih etmiş. Ama bu tiyatro dostluğunun üçü de bilincin gerçekliğinde gezmeyi tercih etmemişlerdi.
"Belki de gerçekten tekrar tekrar dinlenmeyi hakediyordur. Bak Lear; William, Pattie ve Lucy ilk kez buradalar, aramızda. Anlatsana" dedi Theodore.
Boğazını temizledikten sonra kafasını kaldırdı, kadehini biraz ileri itti ve dirseklerini masaya koydu. Sağ elini baş parmağını ilave etmeden yumruk yaparak, sol eliyle kapattı. Kollarını bitişik o halleriyle vücuduna yapıştırdı.
Böylece sol kolundaki yara rahatlıkla gözüküyordu. Kafasında; arada parmaklarını birleştirip kolları inmiş bir şekilde, arada kollarının jestlerine izin verir şekilde konuşacağının planını yapıyordu.

"Gezisindeydim doğanın ve fikirlerin,
İstiyordum ilham gelsin buradan,
Ama biliyordum ki orada yaşayanlar gibi olmazsam,
İlham yuvası olamam.
Ve Onların kıyafetini giyip ben Lear
Aradım herkesin içmesi için su,
Dere kenarında çekerken kovaya suyu,
Bir yılan bana doğru doğruldu.
Saldırdı kolumdan acımasızca,
Ve ben Kahraman Lear,
Suyu almadan terketmedim dereyi gayet insanca.
Pratikten gelen fikirlerim kafamda ışıklar yakıyordu elbet,
Ama yanıyordu canım beklemek zorundaydı bir müddet.
Doktor köye uzaktı biraz ama,
Onlar gibi iyileşmek istedi Lear amca!
Birisi kolumdan zehri almak için eline bıçak aldı
Hem deşerken, hem zehri çıkarttı
Ve budur hikayesi Lear'ın, yarası hakkında doğanın"

Linda doğruldu, her zamanki gibi anısından sonra şiirini okuyacaktı Lear'ın, insanların yüzüne bakarak okumaya başladı;

"Süprizlidir yaşam elbet,
Sevmek ile sevmemek,
Bu yaşamdan ibaret.
Bazen sevmediğin,
Değerlidir başkası için.
O zaman sevmediğin şeylerini,
Kendin için değil sahipliğin,
Başkaları için."

Ekibe yeni katılanlar hayran hayran bu ikiliye bakıyorlardı. Şiir bitmeden yarısı okunmuşken alkışladılar. Lear ukalaca, "Bu sadece bir kısmı" dedi gülümseyerek. İçindeki ukalalığı masum davranarak gizlemeye çalışmıştı.
Lucy güldü, "Gerçekten birbirinizi birbirinizin yolunda tamamlıyorsunuz." Dışarıdan bakılınca böyleydi tabii. Ama ne mutluluklar vardır ki dışarıdan acı bile olsa içeriden bal gibi tatlıdır.
Theodore Lucy'den hoşlanmıştı. Lucy gazeteciydi. Bir gazetenin kültür sanat ekinde fotoğrafçı olarak başlamış, orada sonra köşe almıştı. Hırslıydı, ama uysaldı.
Lucy güzel olmaya çalışmazdı, ama engelleyemediği bir güzelliği, içten gelen bir masumiyeti vardı ki o O'nu güzel kılardı.
Lucy'nin uysallığı aslında Theodore'un yararına olmayabilirdi, su gibiydi Theodore. Herkesin yaşamında yardımcı rol olurdu.
Oysa ki Lucy başkalarının hayatına uyum sağlardı. Yalnız taklit yapmazdı, O hep O'ydu. Theodore bir aşığı oynuyordu şimdi; onun içinde de olan bir kibrit yanığını; yangına çevirenleri taklit ediyordu.
Ama içte ki sadece yanan bir tekcik kibritti. Eğer sigarasını elde etseydi, biraz uzun sürerdi, ama sigara elbet biterdi. Kendiliğini kaybeder ki belki. Ama bu sigarayı hala istiyordu Theodore.
Böyle bir şey yaşamamıştı, ve büyük ihtimalle sadece oyunculuktan öteye gitmeyecekti. Oyuncular gibi sahnede de O adam olmayacaktı. Ama deneyecekti. Denemek kelimesi Theodore'u delirtirdi.
Denemek, bir şeyi yapmak. Yapmaya çalışmak. Her hangi bir şey! Anlatılmadan yaşamak. Bu manyaklık gibi bir şeydi gözünde. Gerçi Lear gibi bir adamın arkadaşından ne beklenir.
Lear ise deneyimleri amaç olarak değil araç olarak kullanıyordu. Her şeye bağlanmaktan sıkılan bu adam doğaya, ya da arkasındaki bilince bağlı kalmıştı.
Ancak bilincini nasıl açtıysa bir tarafını öyle kazınmıştı ki görülmüyordu, göremiyordu bu tarafı. Gösterenlere de Linda, Lear'ın hayatını anlatıyordu.
Linda adeta kayıt makinası gibi olmuştu yanında Lear'ın. Bazı müthiş detaylar olan ülkelere Linda'yı da götürür. Linda detayları görür ve Lear'a gösterir. Ya da anlatır olayı.
Lear'la ertesi gün oraya gidip olayın tekrarlanmasını beklerler. Tekrarlanana kadar kalırlar. Mesela Hindistan'da o büyük yağmurlar tekrar etsin diye 1 yıl kalmışlardı.
O "Hindistan Hikayesi" kitabında özlem duyduğu şey aslında Lear'ın fikirlere olan bağlılığı. Yani bir şeye alıştırmış kendini, onun aracı olmuş para artık.
Hindistan hikayesi Amerika'da ve Avrupa'da büyük yankı uyandırdı. Genellikle gençler ve yaşlılar almıştı o hikayesini. O yüzden pek bir gurur değildi Lear'ın gözünde.
Ama anlatmak, ve oradan parçalar almak gerekirse kim olduğunu anlamak için Lear'ın. Buyrun Hindistan hikayesine.

-2- *Hindistan Hikayesi Kitabından*

Birçok Tanrı tek tip insan,
Aynılar nereden bakarsan,
Uzaklaşmazlar birbirlerinden anlarsan,
Tanrıların soyu kimden, tek bilen Tanrı Şan.

Ben ve sevgilim heyecanlıydık göreceğimiz için farklı bir yeri. Ama bilmiyorduk farklı olan insanlar mı yoksa sahipleri mi? Öğrenecektik elbet bu gezide. Yelpaze Tanrısı müsade ederse.
Uçakta okuyordu çoğu kişi Hindistan kitabı. Görmek yerine kendi gözleriyle orayı, tercih ediyorlardı görmeyi yazıları. İzledim hep kitap okuyanları. Biri de gülümsese Hindistan ada oluverse!
Hindistana geldik ve otele yerleştik. Turist rehberimiz sayesinde çoğu Hint yerini öğreniverdik. Benim ilgimi çeken bunlar değil, manastır ve Tanrılar.
Bir manastıra girdik ve korkuyordu pek çoğu. Çoktu Tanrılar memnun etmek hepsini pek zordu. Mumlar vardı her yerde Elektrik Tanrısı kötüydü Mum Tanrısından heralde.
Sevgilim ayrıldı yanımdan ve gelmedi uzunca bir süre. Korktum Aşk Tanrısı bana küstü diye. Gelince yanıma sırılsıklam. Dedi büyük yağmur bu Gök Tanrısından armağan.
Ertesi gün olmak için sırılsıklam, tekrar geldim manastıra korkumlan. Gök Tanrısına göz kırptım sinirlendirmeye çalıştım ama, zekiymiş yağdırmadı yağmuru bu güzel havada.
Yağmuru bekliyordum ve bir büyücüye gidebilirdim yağmuru yağdırması için. Merak ediyordum tatmayı dünyanın en büyük yağmurunu.
Çünkü insanlar yağmurları refah olarak algılarlar aşıklar yağmurlarda bakışırlar. Yağmurlardır şarkılar. Gökten yağan notalar.
1 hafta oldu yağmur gelmedi. Gök Tanrısı beni epey sinirlendirdi. Rahip gördü beni başladı anlatmaya "Gök Tanrısı sadece gerektiği zaman yağdırır yağmuru, hasatın belirli zamanlarında"
Ben ise gittim emekçi kardeşlerimin yanına. Bir hasat yapmak istedim amerikan tohumlarıyla. Onlar ise beni kabul ettiler zevk duydular. Devrimden bahsedişimden huzur duydular.
Eşitlik Tanrısı iyiymiş güzelmiş ama. Ekmeği aça da toka da eşit dağıtırmış zamanında. Şimdi ölmüş yerine Adalet Tanrısı geçmiş, devrim yakındır bekleyin beni demiş.
Başlatmak lazım bu ülkeden devrimi. Bunlar bir avuç devrim delisi.

Ve yağmuru beklerken ben bu uçsuz topraklarda,
Bir devrimi bekleyen işçi olmuştum aniden.

Ve tam 6 ay geçti hasat küçük yağmurlarla geldi verdi. Hasatları topladım nasır tutmuş ellerimde. Analiz yapamadım yağmurun özlemiyle.
Bazıları dedi ki Kader Tanrısı dostudur Aşk'ın. Özlem Tanrısı ister kendine tapınmanın. Kaderin bu duy özlem. Korkma yağmurlar pek yakında...

...Ve geldi tam 1 yıl sonra yağmur! Aman doğa bu nasıl bir yağmurdur. Yağdı ve dolup taşırdı herkesi. Ben ise ortada bekleyip tattım Hintlilerin kötü kaderini.
Bu bir kader midir yoksa zevk mi? Kaderi zevke dönüştürmek kaçınılmaz değil mi?

Yağmur gibi yağ insanların umuduna
Başkaların kaderi senin hemen ucunda
Gökten gelmene gerek yok yağmur için burada
Yerden doğman yeter bir ufak imdada.
Hasat gibi ek umutları insanın koynuna,
Bir devrim işçisi toplayıp pratiği fikre çevirir sonunda.
Ben sana güveniyorum dostum unutma.
İnsanların umudu senin yanı başında.

17 Ocak 2011 Pazartesi

şovalye

insanlar ölüleri gömerken,
duygularını, anılarını da gömecekler sanırlar
yeri açmak için dışarı atılan her toprak
yalnızlığın boşluğudur.
yalnızlığa adım onları boşluğa atar.
o andan itibaren anılarıyla yalnız sanarlar
o andan itibaren duygularını tek sanarlar
ortağına bakarken beyaz örtünün içinde,
onun ruhunun anısız, duygusuz uçtuğunu sanırlar
oysa ki ruha işlenmiştir anılar ve duygular
oysa onlar sadece bu dünyada ihtiyacın olan nefes değil,
her zaman sana dayanak olmuş hayallerindir
ve bu hayallerin,
kafanda oluşup piyanoya dökülmüş nota kadar gerçektir
taptaze, saf..
toprağın üstünü kapanması için, yerden çıkan topraklar tekrar dökülünce yerine..
yaşanan gerçekler, oluşan hayaller gibi bilinçaltının derinlerine gömülürler,
hatırlanınca tebessüm yaratır, duygularının zırhı kafasına..
ve artık yeşil ve siyah zeytin gibi diğeri ruhuyla, diğeri zırhıyla,
ve zırhlı ölünce şovalye olarak anar.
artık, yalnızdırlar, ama onurludurlar.
ve şovalyeliğe aday genç, yalnızlığında iki gölge taşıyabildiği gibi,
yürüyüş yolunda binlerce arkadaş taşıyabilir.

13 Ocak 2011 Perşembe

Masal

"Tencere gürültüsüne nefretle uyanan o sabahın ardından, kendisini teflon tava diye bulmaktan çok korkmuştu. İlk iş olarak aynaya gidip zıpladı. Ve kendisinin teflon tava olmadığını görünce sevindi. İnsanlar yoktan gelen şeyin, vardan yoka geri dönünce ki sevinci; tasavvufla alakasız olarak ele alırsak, bazı kimseler adına üşengeçliğin alasıdır. Bay Tesel mutfağa gidip hanımına "Neden gürültü yapıyorsun?" dedi ve ardından okkalı bir fırça azar işitti. Bir şeyi merak etmesinden değil azar yemenin kahve almaktan tasarruf etmek olduğu gerçeğini fark etmesiyle alakalıydı. Mesela 68 argümandan emekli Fransız Bey, bizim yan komşumuz. O da böcek olmaktan korkuyor çünkü böceklerin ezilebileceği gerçeğine kucak açmış. Siz siz olun, sakın bilincinizi korkularınıza ayırmayın, bilincinizi açmaya çalışırken zedelemeyin"

-

Yok efendim pamuk prensesmiş falan, Bay Tesel ve Fransız Bey'in hikayeleri devam edecek. Toruna masal böyle olur.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Diyalog 2

~~

" "Transatlantik" dedi. Ne dediğini baştan dinlemediğim için cevabı verince arkadaşlara olan ihtiyacı iki saniyelik süre zarfında -başkaları sorgular ve bırakır, bir daha hiç açmaz- sorguladım. İnsan vücudu elektrik tesisatı gibi, vücudunun her yerinde birbirine bağlı kablolar var. Düşünmeden gelişemiyor, görmeden inanamıyor vesaire. Arkadaşlık olgusu konuşmaktan ibaret olduğunu görenleri biliyordum ki bu olabilir bir ihtimaldi. Karşılıklı dinleme ve konuşmadan doğabilirdi. Ki bunun bağlantıları oldukça ilginçti.

A, Konuşuyor > Transatlantik < B dinliyor

A ve B'ler ben kullanmadıkça büyük bela olmuştur hayatımda. Kendim yaratmadığım denklemleri sevmem.
B, konuyu akıl süzgecinden geçiriyor dinlerken. Tabii bunu böyle söyleyince bir garip oldum çünkü olay salisede bitiyor. İlginç. Gerçi hep merak etmişimdir, sevdiklerimiz ruhumuza mı yazılıyor? Yoksa aklımıza mı? Her iki türlü de bana karşı çıkmayın siz nereyi seçerseniz karşınıza geçerim.

"Transatlantikler güzeldir." Sanki alacak hıyar.
"Güzeldir de evin neresine koyacaksın?"
"Almayacağım ki?"
"E o zaman niye bakıyorsun?"
"Seviyorum. İncelemek hoşuma gidiyor."
"Hayallerindeki botları öldürmek kötü olmalı"
"Saçmalama nesnelleştirmek süper bir şey."
"Hayır berbat, dünyanın en kutsal şeyi senin için şuydu, ama sen onun değerini küçülttün. Hayallerinde ki şeyi canlandırmaya çalışsaydın ve başarsaydın, işte o zaman nesnelleştirmek güzel olurdu."
"Boş konuşuyorsun."
"Transatlantik."
"Ne?"
"Transatlantikler güzeldir."
"Edvırd?"
"Transatlantiks ar biitiful, vat a vandırfıl vırld."
"E.."
"Sam ver ovır in tı tıransatlantiks, vat a vandırfıl vorld."
"Keser misin su saçmalığı! Bugün benim doğum günüm!"
"Paul yok mu?"
"Ne?"
"McCartney. I would like you to dance, birthday. Take a cha cha cha chance, i would like you to dance, biiirthdaaay. Daaaanceeeeeeeeeeee!"
"Bir yerden insanı koparmak için tüm damarlarını kesmeye çalışıyorsun. Ki bunun içinde sinirlendirmeye çalışıyorsun. Psikolojik baskı uygulayarak kaybetmesini sağlıyorsun."
"Bağlantılar."
"Kendini Freud sanıyorsun."
"Ciddiyim. Bilinçaltımızda bir yerde dokunduğumuzda parmağımızı aniden kaldırabileceğimiz bir bağlantımız olabilir."
"İhtimal."
"Orospu çocuğu!"

O gün yediğim yumrukla şu anda hastanedeyim. Kazandım mı iddiayı kazandım. Allah'tan, dostum Bay Transatlantik iyi heriftir. "
"Her şey sinirsel yavrucum her şey sinirsel."
"Öyle teyze, senin bacakta iyi olur inşallah."
"Amin yavrum Allah olmayana versin."
"Amin. Mese."
"Teyzeyi artık yormayalım, sizin de çıkışınızı yapalım Bay Edvırd."
"Hey bunu size kim dedi."
"Ben liseden Ceeeeeeeeyn, hatırlamadın mı? Tarzan vardı hani."

~~

İyi gidiyor ya, dur bakalım. Hayırlısı.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Diyalog

Arada deniyorum böyle, küçük film sahnesi gibi. Bu direkt aklıma geldi ve ilk üç replikten sonra karakterleri hiç kurgulamadığım için tıkandım. Sonra aklıma Woody Allen'ın, Annie Hall'u geldi; Woody Allen ve Diana Keaton'u baş rollere koyarak devam ettim. Tabii, kurgu aynı değil. Ama konuşmaları onlardan canlandırırsanız, çok zevkli olur. Niyeyse bu replik o sonu gelen, gülüp geçtiğim "İyiydi." dediklerimden değil de, devam edebileceklerimden oldu. Devam edebilirim. Kısa olursa koyarım, uzun olursa hepsini koymam; ya radyo tiyatrosu gibi yaparım ya da başkalarına atabilirim. Ya da ileride işim falan olmazsa bir şekilde elimin altında olur. Ne bileyim.

~~


-Bozulmuş bir alarmdan farkın yok, durup durup çalıyorsun.
+Ben bilmediğim her konuda yorum yapmıyorum tamam mı? Sadece bildiğim şeyleri söylüyorum.
-Denemediğin bir şeye saçma diyemezsin.
+Elimde bilimsel veriler varsa derim.
-Ama ya bilimin arta kaldığı konular duyular, sanat?
+Duygular, kendi açısından bağımsız olarak belirli düzeylere oturtulabilir.
-Bunu da bilim mi söylüyor?
+Hayır duygunun eski çıktığı, bilinç.
-O zaman ona söyle kızın ardından atıp tutmayı bıraksın.
+O zaman sende eski erkek arkadaşına söyle ağzındaki çürük dişi bahane ederek ağzına girmeyi bıraksın.
-O bir diş hekimi!
+Ben de mimarım ama beğenmiyorum diye vücudunu değiştirmeye kalkmadım!
-Bu ne cürret! Bak hemen kaçıyorsun ve konuyu değiştiriyorsun.
+Alkol kullanmanın nesi güzel? Bana iyi duygu veriyor diyorsun, ama bunun duyguyla alakası yok. Vicdanını susturup kendi bilincinle psikolojik oyunlar oynuyorsun. Ve bana duyguyla saldırmanı psikolojik olarak
sevdiğin bir şeye karşı susturmak için yapıyorsun ve tesadüfe bakın ki yanınızda yine bilinç var. Bu da tıpkı dişimi bahane ederek o adamı görmeye gittiğimiz zamanlarda ki gibi.
-Yine saçmalıyorsun Edvırd. Hem o adamı görmek isteseydim muayenehanesine çıplak girerdim.
+Hey benim adım Edward değil! Hem sadece görmek için soyunuyorsan, başka şeyler için neler yaparsın.
-*Bağırarak* Edvaaaaard. (Gider)
+*Yüksek bir tonla* Bana Ed ile başlayan şeylerle hitap etmesene. Mesela Edepsiz gibi. Ben her alanda kibarımdır.

yol

William Blake benim en sevdiğim şairlerin başında gelir. James Douglas Morrison keza. Ben de o ayarda bir şiir yazmaya çalışmıştım, bu o ayarlarda ki ilk şiirim;


uzundu,
alabildiğince almıştı kışı üzerine,
bacakları buz tutmuş,
parmakları kardan adam olmuştu.
ve katil üzerinde ayak izlerini bıraka bıraka yürüyordu.
yüzü yere eğikti,
yüzünü görebiliyordu katilin.
geçmişinde yaşattıkları pişmanlıkların üstünü çizmek,
ve doğanın dengesini sürdürdüğünü zannederek,
insanlığa büyük bir katkısı bulunan,
cesur ve gururlu bir adama aitti yüzü.
gözlerinin içi buz tutmuş,
kum saatine hapsolmuş,
ölü ve parlak bir ruh gibiydi.
Tanrı hamlesini yapmış,
ruhunu gözüne çekmişti, masum göstersin diye eserlerini,
ama göz gördüğünü değil, yaşadığını görür,
hissettiğini,
bilirdi Tanrı elbet herkesten iyi,
ama sabır değildi katilin istediği
insanların ruhunu resmettiği ağacını,
ısınmak için yakmıştı
ve pişmaniyeti yaşamak değil
yaşatılmaktı,
pişmaniyet bir övgü ya da bir mecburdu.
o mecburiyeti övgüyle tadıyordu.
yol, yaşlı, yorgun ve zekiydi,
gözleri iyi görmüyor,
iyi hissediyordu,
ruhu yoktu zaten,
gerek değildi sürmesi bir yerlere,
gerekseydi bile ağaçlar üretirdi,
insanoğlu yola güzel görünsün diye.
bencilce bir güzellik isteğiydi yolunkisi
benim yaptığım ise bir meterologun gözlem birikimi

9 Ocak 2011 Pazar

Giriş / Hikaye

selam, bu siteyi oluşturma sebebim; yazdığım hikayeleri, şiirleri paylaşmak. bazen de eleştirilerimi uzun uzun yazmak. kafam nereye eserse. aşağı da paylaşacağım hikaye benim ilk hikayem. mekânı anlatmamışım fazla, hani barın arka kapısı, barın yanındaki ara sokak olan yerler vardır ya. öyle bir yerde arka kapısının yanında artık şişelerin yanında palyaço. palyaço tom waits olsa çok güzel olur. arkadaki müzik ol' '55 olsa mükemmel olur. kadınlara sevmediğiniz ama seksi bulduklarınızı ekleyin, aslan terbiyecisi sevmediğiniz iri adam. çöp toplayıcısı bey de sinirinin bulunduğu, ama söyleyemediğin, sana iyi davranan ama aslında gölgelenen. freud'umsu bir tavırla sizin sinirlerinizi alabilir, belki. emin değilim.

~~


Eline ilk sigarasını alıp müzik dinlediği zaman 16 yaşındaydı. Kâğıdın içine hapsolmuş bir tütünü içine çekerek hayal kuruyordu. Kesinlikle tatmin edici bir şey değildi bu. 2 seneden beri aynı şeyleri yapıyordu. Yine saat gece 2 gibi elinde sigarası kafasında büyük babasından kalan şapkasıyla; barın arka kapısına sırtını yaslamış; orada çalan zengin müziklerini dinliyordu. Her sigarasından nefes alışında kemana, piyanoya dokunuyordu. Sigarası yavaş yavaş bitiyordu. Her zamanki gibi son nefesi çekmedi sigarayı boynunda söndürdü. Ruhu bedeninden çıkarak barın içerisine girdi. Pahalı kadınlara dokundu. Zengin züppeleri dövdü. Tadı güzel içkileri içti. Güzel kokulu sigaralarından nefes çekerken; kendini yine dayak yerken buldu. Bir sirkte hissetmişti kendini. Dövülürken oyuncular farklı sahne aynıydı. Bir takım insanlar gülüyor ve aslan terbiyecisi; bezmiş palyaçoyu dövüyordu. Saçma mutluluk vardı palyaçonun üzerinde. Gözlerinde yaş içinde mutluluk. Senkronize olamamıştı bedeniyle asla. Onu üzen aslında güzel kadınların onun dayak yemesini izlemesi değil ona bakıp acıyan insanların ona yardım etmemesiydi. Güzel silikonlu kadınlar her zaman gelir aynı fiyatta sevişir ve giderlerdi. O dostlar az gelirdi. Büyük terbiyeciden korkarak kaçan evcilleştirilmiş aslanlardan farkları yoktu adeta. Yeterince dayağı yedikten sonra fahişeler gitti terbiyeci kulisine çekildi. Bakıcı geldi, palyaçoyu kaldırmaya çalıştı, yine beceremedi;

-Gazete mi muz kabukları mı?
-Ne?
-Bugün ki yorganın ne olsun evlat?
-Bulutlar olsun isterdim, ancak onlarda yalnız bırakmışlar beni. Beni zehirlemek için sıktıkları kokular olsun yorganım. Ruhum tekrar çıkar o zaman yukarı ve daha fazla oynaşırım piyanomla.
-Bu felsefi konuşman bir yere varacak mı evlat?
-Hayır.. Yoktum ben zaten.. Senin için bir şey etmiyorum. Sen eve gidip karınla sevişemeyecek ardından ucuz bir fahişeye giderek stresini atarak eve gideceksin masum maskeni takarak çocuklarının başını okşayıp yanağını öpeceksin onları uyurken sevsen bile uyanık olmalarını dileyeceksin gizli kahramanlığın görünsün isteyeceksin.. Hayır.. Sen de benim için bir şey etmiyorsun.. Sana nasıl laf çaktığımı düşünerek son dal sigaramı içeceğim. Ardından yoldan geçen kadınlara sataşacağım polis gelecek beni döverek sıcak hapishanesine alacak.. Hayır.. Bu konuşmam ikimiz içinde önemsiz boşuna yoruyorum ağzımı. Siktir git!
-*Kısık sesle* .ros. çocuğu…