28 Şubat 2011 Pazartesi

Blue Skies

Şöyle güzel bir hikaye yazıp; bazı dergilere gönderme niyetindeyim. Biraz onla uğraştığım için boşladım siteyi. Bir hikayemsi bir şey yazdım. Dil bilgisi hataları olabilir. Afyonum patlamamış zaten. Neyse.

-


Gökyüzü, bütün maviliği ile karşımdaydı. Bu anları çok az yakalıyordum. Hayır efendim. Ben bir hapishane de suçlu değilim. Ve gururla söyleyebilirim ki; hayatımda haram lokma yemedim.
Ben Abidin. Bir maden ocağında işçiyim. İznim yok değil. Ayda 4 günlük iznim var. İşlerin yoğun olmadığı zaman izin alabiliyorum. Ve izninizle bu vakitlerde ne hayatın anlamını düşünürüm. Ne de gökyüzüne bakarım.
Eğer hayatın anlamını öğrenmek istersem; ya da düşünürsem; maden ocakları mükemmel bir yerdir. İnsanoğlu alışarak yaptığı fiziksel şeyden; bağımsız olarak; hayal kurabilir, düşünebilir.
Aklınıza ne geldi bilmem. Benim de başta geldi güldüm. Ama öyle değil. Bir yiğenim var. Memed. 14 yaşında eşşek sıpası. Bi' yandan düşünüyor, bi'yandan oyun oynuyor. Diyor; "Bak amca, şimdi adam şurdan çıkar kesin."
Tabii bunun pratikten doğan fikirlerle alakası yok. Memed'in konusunun var. Bizim konu alışkanlıkla ilgili. Haftada bir, patronun en yakın adamlarından biri gelir, bizim şef ile görüşür, gider.
Şef bizim aslında enişte. Kuzenim Nehir'in beyi. Bu işe girmemde de çok yardımcı oldu. Allah razı olsun. Şef bunla görüşürken yanında bir adam da çağırır. Neden bilmiyorum.
Zaten ocakların dışında, yakında; bir ofis gibi bir şey var. Binadan bağımsız. Dışarıdan bakıyorsun oda gibi. Revir sanki. Orada görüşür bizimkiler. Kapının dışında bir de, Patron yakını'nın adamı var.
Arif. Arif ile biz dışarıda dururuz. İçeride iki adam daha varmış. Arif ile dışarıda durur sigara içeriz. Arif Cemal içer. Eskiden ben de içerdim; ama askerden geldikten sonra tadı bir değişti.
Bana ikram eder. Alır bir tane yakarım. Bir tane ama. Vücüduma hakimimdir. Bir taneden fazla içmem. Hem maden öksürtür. Hem de bu meret. Neyse. Bu sıralar da Arif'in afyonu patlamışsa konuşuruz.
Patlamamışsa bütün doğallığı ve güzelliği ile gökyüzüne bakarım. Etkilenirim. Arif dumanı yüzüme üflemeye çalışır. Küfrederim orospu çocuğuna bulutları kirletiyor diye.
Şef ile çıkarken dışarı da bakarım. Karanlığın etrafından birden mükemmel mavilikte gökyüzü. İşte kafamda o zaman akustik bir gitar çalmaya başlar. Bi' tane minik velet var. Memed izletti. Göt kadar boyuyla neler çalıyor.
Bir de savaş çıkınca. Buranın asıl patronu, gâvur. Askerler geldi. Patron vatan hainliği yapıp, buraya saklayabilirmiş askerleri. Ben askerliği komando yaptım diye; verdiler elime silahı. Giydirttiler kuşaklarını.
Neyse, birazdan çıkıp gökyüzüne bakacağım. Ondan sonra vurulurum heralde. Vurulunca kendimi yere bırakır; bilinçli ve kasıtlı olarak ölürüm. Bu mektubu kömürlerden yaptığım minik heykellerim için bırakıyorum.
Komutan söz verdi; bunları askeri müzeye koyacakmış şehit olursam. Haydi hayırlısı. Annemin ellerinden öperim.

-

Blue skies; over my head.
Give me another reason; to get out of bed.
Blue skies; shine on my face.
Give me another woman; to take her place.

Tom Waits yeni albüm çıkartıyor ya. Çok heyecanlıyım.

20 Şubat 2011 Pazar

Kaptanın Cenaze Töreni

Kafam dağınık bu aralar. Öylesine yazdığım bir hikayemi paylaşıyorum. Pek gurur duyduğumu söyleyemem.

-


"Denize bakan ama çok yalnız olan bir şehrim var. Belki çiftler bakınca dolu dolu görüyorlardır. Ben genellikle denize yalnız bakarım. Çok pürüzsüz, çöpsüz çupsuzdur. Kendime benzetirim. Arkama bakınca hiç pişmanlığım
yok. Kurallara göre oynayan bir adamım ben. Biraz safım ama. Kuralları asla değiştirmedim ve çaba göstermedim. Yeni öğrendiğim şeyleri kurallarıma katmadım ve kurallarımla yalnız kalmadım.
En korktuğum ve nefret ettiğim şey pişmanlık. Bunu yalnız bütün duygulardan arınmışken söyleyebilirim. Ama yeri gelir bi' duyguya saplanırım, duyguyu hiç düşünmeden mantığımla savaşırım.
Ardından yine gelir en nefret ettiğim an, duygumla savaşmak. İşin kötüsü yeniliyorum. Yenilmekte isterdim hani, haksız değil. Ama yenilsem yeni bir savaşa kalkmıyor ki. Hadi düzeltelim şu işi.
Yok öyle şey. Yenilmiş bir biçimde savaştan çıkan ölü askerler gibi oturuyoruz. Bu arada orospu çocuğu duygulara yönelik prim yapan yazar bozması çakallardan nefret ederim.
Şerefsizin evlatları prim yapıyorlar ya. Bunun sebebi de bizleriz zaten. Neyse ben de ne anlatıyorum. Cenaze konuşmam. Evet.

Limanın yanındaki kafede garsonum ben. Kaptan ve arkadaşları genellikle buraya takılır. Öhm. Bizim kafenin altında pavyon demeye gücüm yetmeyecek, böyle amerikanvari bir bar var.
Hani amerika pavyonları gibi. Hiç gitmedim birleşik devletlere, ama karıların çoğu ordan getirme. Zaten blues midir, blues rock mudur, bir şey çalıyorlar. Anlamaya akıl sır ermez.
Bizim eski patron ülkemiz cumhuriyet sistemine geçmeden önce ki kralın yiğeninin oğluydu. Kral yiğenine kendi yaptığı bu limanın yanındaki arsaları tahsis etmiş.
Çok iyi bir adamdı. Namazında niyazında tabiriyle. Ondan bu yeri kızının kayınbabası aldı. Erkek çocuğu olmadı bizim ex-patronun. Yeni patronun oğlu 5 sene geçmeden öldü.
Patron gelinini kendine almak istedi. Almakla kalmadı ondan bi tane çocuk yaptı. Çocuğu amerikalarda okutmak istedi. Gönderdi amerikaya. Tüccar kafalı aile. Okur mu? 2-3 bara girdi geldi. Kafenin altını bar yapmak istedi.
Sonra bizim kafenin altındaki deponun duvarlarını yıkıp, limana gizlice sokulan konteynırlar buldular. Eroin dolu işi. Önce polise şikayet etmek gerekir diye şikayet edecekti. Sonra polisle anlaşma yapıp,
bizim alt depoyu genişletti. Konteynırlar hala sağda solda gizlenir, malların bir kısmı bizim amerikan pavyonunda satılır. Neyse. Kaptan çok sık gelirdi buraya. Hem pastahaneye hem pavyona.

Benim masum ve saf bi suratım varmış. Kaptan öyle derdi. O yüzden Kaptan "Sana hayatta ki gerçekleri öğreteceğim." derdi. Hayatta ki gerçekler zaten hayattadır diyince, "Hayatın öncesinde; hayatın içinde ama aynı
zamanda hayatın dışındadır. Tanrının çivi kullanmadan astığı panosundadır." "İğne." derdim bunu deyince kaptana. Bizim burada da bazen öyle sağa sola asılması gereken ilanlar oluyor. İğneliyorum onları.
Ya da şeften 5 lira alıyorum. Cikletler alıyorum. Çiğneyip altına yapıştırıyoruz. Gerçi Kaptanın Tanrısının sakız çiğnediğini sanmam. Pipo tüttürüyordur. Yönetmen arkadaşı vardı. Arada gelirlerdi.
Ona göre kader senaryoydu. Bir keresinde ek para için sadece şu mikrofonları tutmamı istemişti. O sırada kendisi kameranın arkasına geçip senaryosunu puro içerek izlemişti.
Onun Tanrısı kamera arkasında puro içiyor olabilir.

Kaptan yorgun bir adam değildi. Remzinin dediği gibi. Kaptan hareketliydi. Kendisi dursa ve sadece piposunu yaksa bile içinde ki alev yanar yanlanır. Fikirleri beyninde kabarırdı.
Ben bu kadar bilgili bir adam görmedim. Göremedim daha doğrusu. Kendimi bildim bileli bu limanın hizmetçisiyim. Limanda çok aşık gördüm. Çok canı yanan.
Çok içerlenip tek başına sigarasına kendisini ortak eden. Ağlayan, sızlayan. Belediyenin koyduğu banklara kusan. Sonra o bankı temizlemek için belediyeye talip olan.
Ekmek parası için çok şeyler yapanı gördüm. Kaptan ekmek parası için çalışmazdı. Onun bilgi dediği daha kutsal şeyler vardı. Her şeyi onun için yapardı.
Kendi tabularını kendi bilinciyle koyardı. Çok şey anlatmıştı bana. Bilginin sonsuzluğuna ve sayısızlığına karşı şüphesi yoktu. Bir yazar arkadaşı vardı. Filozof gibiydi.
O önemli olan bilgilerin kutsal olduğunu diğer bilgilerle uğraşmanın pek mantıklı gelmediğini söylerdi. Kaptan gülerdi. Ona göre her bilgi bir yere çıkabilirdi. En üst noktası kutsal bilgiydi.
O yüzden önemli bilgilerden başlayıp en derinine inmek yerine bunun tersi de en başına götüreceğini savunuyordu. Tecrübeyle gelen bilginin savunucusuydu. Yalnız pek emin değilim, yaşadığımız anları tekrar tekrar yaşarsak sıkılır mıyız?
Yoksa başka kişilerle yaşadığımız için tat mı alırız. Kaptan bunu pek umursamıyordu. Ona göre önemli olan tattığımız bu tecrübenin, diğerlerine de geçmesi için yardımcı olmaktı amacı onun.
Bir insan bu sebeple neden kaptan olur ben bilemem. Neden kaptan olduğunu sordum. Ölmeden bir gün önce. Konuşmamızı anlatmayacağım tabii burada, ulu orta. Neyse kaptan güzel bir adamdı ve öldü. Bu doğal bir şey.
Çünkü Onun sevdikleri ölmüştü. O da bu tecrübeyi tatmanız için yardımcı oldu."

"Abi hasta mısın? Bunu mu diyeceksin orada? Karısı falan var lan herifin. Adam limanda pavyona gidiyor mu diyeceksin?"

"Niye abi? Karısı geçen gün limana geldi, yanında bi herif. Adam Korsan tipli böyle. Öldürmeye çalışıyordu galiba Kaptanı."

"Manyak mısın sen ya? Karısı safın tekiydi. Bir gün sinirlenmiş. Korsan arıyorum diye çıkmış limanda insanlarla görüşmüş. Bi tane dolandırıcı. Ben sana bulurum demiş. Girmiş korsan kıyafetine. Keklemiş kadıncağızı. Parasını almış."

"E kaptan hakkaten vurulmuşsa?"

"Açtırma kutuyu söyletme kötüyü. Adamın kalbi mi tansiyonu mu ne varmış. O gün viagra kullanmış. İlaç verirlerkene gitmiş."

"Onu da doktorlara tattırdı yani."

"Allah senin de kaptanın anlattıklarının da belasını versin."

"Amin abi çay içer misin?"

"Bira içerim."

"Bira veremem, alttan bir şey alınca patron kızıyor."

17 Şubat 2011 Perşembe

Diyalog 3

Şöyle farklı farklı insanlar tanısam, onları nesnelleştirip diyaloğunu oluştursam çok zevkli olur da. Ben niye Woody Allen'ı seviyorum bilmiyorum. Yine Diana ve Woody'i hayal ederek yapılmış bi diyalog. Da pek içime sinmedi bu, kısmet.

-

+Almışsın eline mavi ceketini, kendini dünyanın en yakışıklı adamı sanıyosun!
-Bi kere bu mavi değil turkuaz. İkincisi ceket ya da gömlek gibi şeyler giymemin sebebi kendimi daha rahat hissetmem.
+Öz güven eksikliği.
-Alakası yok. Öz güven eksikliği ne biliyor musun? Yaptığın gibi mağazaya gidip ince bedenler için olan pantolonu seçip orada denememen, bu öz güven eksikliği. Ha sen salaklığı da ima ettiysen; kızın "Hanfendi galiba bu size olmayacak" dediğinde "Ben hep düşük bel giyerim." demen.
+Ne alakası var?
-İşte ben de onu diyorum. Hiç bir alakası yok.
+Konuyu saptırma. Kıyafetler kişiyi seçer, kişi kıyafetleri değil.
-Modacıları kim seçiyor? Hükümet mi?
+Hayır. Anlatmak istediğim o değildi. Mesela şu mavi turkuaz ceketin seni aslında seçmemiş sen zorla almışsın.
-Yok bizim ki görücü usulü. Annem beğenmiş, bana uygun gördü, gittik istedik bizde. Başlık parasında da anlaştık aldık.
+Çok komiksin.
-Peki bir şey soracağım, kuaför ne?
+Ne demek ne?
-Elbiseler bizi seçiyor, saçlar ne?
+Kuaför Kadının güzelliğ..
-Ya bırak allasen, sosyal demokrat diye geçinen site kemalistleriyle dedikodu bütün amaç.
+Ya 17 yaşındaki kız da gidiyor, 70 yaşındaki de. Hepsi mi aynı? Hem madem öyle sen niye saçını kestirmiyorsun?
-Ben de onu diyorum ya, bırakıyorum gidiyorlar. Sen hiç kuaföre giden ağaç gördün mü? Yeri geliyor 0'a vurduruyor, yeri geliyor uzatıyor.

14 Şubat 2011 Pazartesi

maktül

Bir hikaye. Yalnız şu etiketleri yazarken acayip strese giriyorum. Niye giriyorum ben de anlamadım. Gir geç değil mi? Ben de öyle olmuyor işte. Sanki kitap arkasına yazılıyor. Bir tedirginlik, ne yazsam falan. Neyse.

-

Takla atan arabadan binlerce kişinin emeği olan bir kişi canını kaybetti. Bu aslında binlerce kişinin ölümü. Binlerce kişinin yaşamı olmasa da binlerce kişinin yaşamının meyvasıydı.
Dalga dalga saçları olan güzel olmayan bir erkekti. Gözleri kapalıydı. Kaza yapmadan önce gözlerini kapatmış olacak ki en uzun sahneye giriş olsun. Ben mitolojik bir kahramandım.
Sigaramı yakmaya çalışırdım o anda. Tabii hayat bazen en güzel sahnenin yanında en güzel sosları kullanmanı istemez. Zevkler uğruna yaşayıp zevkler uğruna gidiyorsan, zevkli yolculuk geçirdim demek, sadece uzaktan
görmektir. Ben detaycıyımdır. En ufak düşüncenin ister nefs ile ister ilham ile olsun nasıl filizlendiğini görmek isterim. Kısa kısa anlardan uzun uzun fikirler filmler çıkartmakta mantıksız.
Benim detaycılığım insanı incelemeye kadar gitmiştir. Dışarıdan içeriden yalnızsındır. İnsanın dediği bir kelime ya da kurduğu bir düşünce o andan itibaren o insana eklenmiştir. O insanladır.
Ve insan onu ister kullansın ister kullanmasın tişörtün içine gizlenmiş dövme gibi de olsa kalır. Bu konu açısından tekrarlamak yani dövmeyi göstermemek ama dövmeyi taşımak. Yeri gelince aynada dövmenle birlikte
kendine bakmak benim hoşuma giden birşeydir. Maktülle benim farkım buydu. Gerçek ya da yalan önemli değil; düşüncelerini tekrarlardı. Gerçekler aynı olabilir ya da tek. Ama bunu her yerde tekrarlamak bana göre değil.
Tıpkı çok yakışan gömleği her yerde giymen gibi. Direkt olarak sigaranı masanın üstüne koyman gibi. Kendini tekrara düşmekten çekilmek demek aynı zamanda başkalarının düşüncelerini araklamak değildir tabii.
Bunla da onun arasında ince bir çizgi var. Maktül o ince çizgide gezerdi. Başkalarının düşüncelerini kendi gerçekleriyle eşleştirip, her akşam yemeğinde sofraya çıkan ama hiç yenmeyen sebze yemeği gibi.
Suratına vücuduna hiç bakmamışım.. Gözümü kapatıp hatırlamaya çalışıyorum da.. Biraz bana biraz sana benziyordu.. Düşünceler açısından da..
Aslında ortaya bırakılan her şeyin birbiriyle bağlantısı var. Belki de ben hayata bu zevksel açıdan bir gurme gibi neyin yanına ne gider diye araştırmaktan olmuştur.
Tren garından kuzenimi alacaktım. Açık hava. O sevdiceğini beklerken ki kurduğun cümleler, hayaller; insanların içeride içemediği sigaralarının dumanlarına boğulup solsalarda, eski sarı fotoğrafların değeri gibi nostalji
kokuyorlar. Hayalin gerçekleşmesinden çok tarihin tekerrür etmesi gibi. Duyguyu bir süre sonra sıkılacak bir kitap olarak değil de benzetme yapamayacağımız özel bir şey olarak algılamak gerekir.
Ne kadar tekrarlansa da sıkılmayacak. Bir haz ya da zevk olarak değil tabii. Pek duygulu bir insan olduğumu söyleyemem ama kütük de değilimdir. Bir kere yaşadığım anıyı bazen aynanın karşasında gözlerimin önüne
getirebilirim. Ama farklı kurgularda hayal kurmaya döner biraz sonra. Her zaman farklı pozlarda aynadaki dövmene bakmak gibi. Ya da hep aynı açıdan ama farklı mekanlarda fotoğraf çektirmek gibi.
Maktülün her zaman aynı anıları tekrar etmesi ya da bana her zaman o duyguyla bakması da beni üzdü tabii. Duygu son kullanma tarihi olacak bir şeyde değil çünkü.
Ama dikkat etmesi gerekilen şey. Sana yapılan şey karşısında üzülmek iyi gidiyor. Bir keresinde. Tekrar edince farklı şeyler aramamdan gelen yönüm sayesinde farklı olaylar yaşanabiliyor.
Şimdi görecekleriniz maktülün bana yaşattığı üzüntülerin ilkinden gelmektedir.

-

Duraktaydım. Bizim durak Maktülün sık gittiği kahvecinin hemen yanındadır. Genellikle sevgilisine hava atmak için bu kahveciye giden çocuklar, sevgilisini taksiye bindirdikden sonra hemen bu durakta beklerler.
Maktülün kendi tekrarlamalarına tahammül edecek bir sevgilisi olduğunu sanmıyorum. Gerçi insanlar da bu maktüle çok benzerler. Yaşadıkları zilyon şeyi farklı kurgularla tekrar tekrar öne sunarlar..
Duygu kalıbı kendini alışılmışlığa döker bir süre sonra. Sadece konuşmak için duygu kalıbında kutsadıkları şeyi kendi günahlarına alet ederler. Maktül ise değişik kurgularda da olsa sürekli "Sonuç olarak" derdi.
"Sonuç olarak..", "Yani.." Sürekli anlatmak istediği şeyi kendi pikabında döndürür. Doldurduğu plağın son dakikalarına kendi konuşmasını koyardı. Bunun mantıklı ya da doğru olduğunu düşünmüştür diye tahmin
ediyorum. Aksi takdirde kendi farkındalığıyla çatışacak ama gerçeği bulursa bundan kaçamayacaktı. Bilmiyorum. Benim için önemli olan gerçek değil zaten. Gerçeği bir kere buldum. Sonra gitmesine izin verdim.
Bir yalan bulurum ve sonunda gerçek o yalanla karşıma çıkar. Bu gerçeğin yeni halidir. Ve bence tekrarlanmadan yenilenmişse kullanılabilir. Oyunlara yüklenilen yama gibi.
O gün gazeteye gidecektim.. Gazeteciyimdir. Söylemeyi unutmuş olabilirim. Bazılarının gözünde döneğimdir. Ama kendi akımlarımı savunacak kadar güçlü ve değişiğimdir.
Hatta yayın yönetmeni kıç kadar yaptığı köşemde uzun yazmam gereken yazımı yazmak için çok küçük bir karakter tipi kullanmıştım kızmıştı bana:
-"Oğlum bu yazı ne? İnsanlar bunu okuyabilir mi?" dedi.
-"Merak etmeyin, bütün köşe yazılarını okuyanlar; yakın gözlüğünü takıp koltuğuna kurulmuştur bile." dedim.
-"A.."
-"Ha bir de, tuvalete girip kabız olan insanlar vardır ki zaten onlar gözlerini sıktıkları için gayet yakın görürler. Şimdi işim var çıkmam gerek. Muhasebeden bu ay ki maaşımı da alırım. İyi günler." deyip çıkmıştım.

Neyse. Biraz bekledikten sonra Maktül geldi. Yüzünde kızgın bir ifade. Korku dolu gözlerle sevgilisinin yakın arkadaşıyla görüşmesi için, numarasını verdiğimi bana söyledi. Aslında işlerin bu noktaya döküleceğini
tahmin etmiyordum. Ne bileyim. Belki bir konuşacağı diyeceği vardır diye düşünmüştüm. Kötü bir niyetim yoktu. İlk seferinde kayıtsız kaldım. Ertesi hafta yani diğer zaman gelince o da durakta kalıp otobüs bekledi.
Bana baktığını tahmin ediyordum ama ona bakmaya utanıyordum. Gözlerimi devirdim. Sadece gözlerimi devirdim ve yüzümün kızıl rengine boyanması için kendimi zorladım. Kötü bir şeydi.
Ama kurguları belirleyen ben olduğum için gerçeğin farklı boyutundan bakmak değil de tam olarak hiç açı değiştirmeden kendince bakmak yanlıştı bana göre. En tepeden gerçeği çevreleyen unsurlarla incelemek daha
mantıklı. Üstüne düşününce bir telefonla Maktül'ün neden bu kadar sinirlendiğini merak edenler olabilir. Doğaldır. Maktül ile eskiden aynı evde yaşardık.
Sevgilisini tesadüfen aylık abone olduğum bir edebiyat dergisinin dağıtıcısıyken tanıdı. Daha sonra tanıştılar. Sevgili oldular. Kız hamile kaldı. Benim telefonunu vermem o araya gelmiş ki sonra gitmiş çocuğunu aldırmış.
Asıl bana buradan kızgınmış. Katilmişim. Gitgide ölen bir ağacın her zaman çıkarıp döktüğü son yaprak olan düşüncelerini yine bana savuruyordu. Umrumda değildi.

Katillik bilinçli bir olaydır. En azından benim gibiler için. Oysa ki ben burada tamamen bilinçsizdim. Şimdi katil ben miyim yoksa sebepler mi? Yönü olan hiç bir organımla bağdaştırmıyorum.

Ertesi gün teksas filmlerinden fırlama bir trenle memlekete geleceğini, bir kere olsun O'nu almamı istediğini söylemişti.
Fazla yalnız değildi, zaten yalnız gezmekten de hoşlanmazdı. Mutlaka yanında birini bulundurur. Konuşma isteğinden feragat etse de yeter ki yalnız olmasın.
Gece geleceğini söyledi. Gittim gara. Trenden indi. Arabayla gezicekmişiz. Gerisini biliyorsunuz. Son gaz uçuruma daldı. Sigara yakacak fırsatım bulmadı öldüm.
Şimdi basın gidin de rahatıma bakayım. Araf falan dinlenicek yer yok mu burada?

12 Şubat 2011 Cumartesi

elın melın.

Bu aralar dalgınım. Öyle hikaye yazmaktan çok düz yazı yazmaya başladım. Felsefi siyasi falan. Arkadaşımla konuşuyordum, arada bakıyorum bloguna, iyi hikaye yazıyorsun dedi. Hikaye yazmak aklıma gelince kurguyu düşünemedim, eski alışkanlıklarıma dışarıdan bakıp onları kaybedeceğini düşünmek bayağı psikolojik. Umursamayıp bir hikaye yazayım dedim. Aklımda dün kurduğum bir kurguyu bu hikayeye sonradan kattım. Tu bi kontinyud.

-

Öylesine gelip geçen bir rüzgarın arkasına sığınarak büyük adımlar atmaya karar vermişti. Derdini olağanca karmaşıklıkla bırakmıştı ki, dertli olduğunu hissedebilirdi. Zaten dertleri, derli toplu olarak ele alırsa; bir çıkış yolu, bir sebep, bir güzellik bulabilirdi. Ama derdin güzelliğinden ya da hayata olan boş verme etkisinden olacak ki, önüne rüzgarı alıp öylesine gelip geçeceği hayatta bir yaprağı bile önünden savurmak istiyordu. Kaşları kalın ama birbirinden uzaktı. Gözleri yorgun ve alaycılıkla bakardı. İnsanların ruhlarının şekil değiştirmesiyle, şekil değiştiren tek şey mimiklerdir. Ancak asıl olan özetlenebilecek karakterimize uygundur dış görüntümüz. Onun ki ise başkalarının karakterlerine uygundu. Kendi karakterini değil de farklı insanlardan ona nitelendirilen özellikleri karakteri yapmıştı. İnsanların ya da arkadaşlarım dediği senaristlerin yarattığı bir karakterdi ve rolünü iyi oynuyordu. Tutarsızca; gereksizce girilen bir savaştan kahraman olarak çıkan gazi bir dedesi, militarist çevre de evden kaçıp kaçıp Marks okumuş, ressam olmuş bir babası vardı. Resimleri yapmaya planlarken bir anlam yüklemek yerine, yaptıktan sonra en benzeyen anlamı ona kılıf dikiyordu. Bu uydurma ya da doğaçlama yeteneğinden kaynaklanan bir şey değildi. Ki oğluna da böyle yapmıştı. Bazı insanlar çocukken, ileri de -belki hiç doğmayacak- oğullarının isimleri hazırdır. Ama O, Oğluna baktıktan sonra ismini koymuştu. Sanatçı krizlerinin ne olduğunu tam olarak algılayıp açıklayacak bir şey olduğuna inanmak yerine, kıskançlığın her türlü alanda savaş açılacak bir şey olduğuna inanmak daha akıllıca. Lakin oğlunun beyazdan düzgün tonlar kullanılarak kırmızıya çalan rengini görünce babası sinirlenmiş, hatta kıskançlaşmıştı. Kendinden daha güzel bir sanatçının olduğunu düşünmek yerine kendi sanatını bırakıyordu, ve bu konuları düşünmenin manasız olduğunu vurguluyordu. Düşünmek belki de çok gereksiz bir şeydi. Havaya atılan kürek gibi. Fotoğraf sinemacılığı gibi. Çektiğimiz fotoğrafları eşleştirip, ya da birleştirip birbirine sununca düşünce oluyordu. Ya da zar zor ortaya çıkarılan bir emeğin, bir kitabın arka sözüne yazılacak 15 kelimelik cümleyi başka birisine söyleyince düşünce. Düşünmek bir emeğin başlangıç noktası gibi gözüküyordu. Ta ki zorunluluklar devreye girinceye dek. Aç bir midenin feryadı; fark etmenin ya da bilincin sonucuna getirebilecek kadar güçlüydü ki buna tahammül etmek krallıkla eş değer olmalıydı. Zorunluluğun getirdiği emek, düşünerek ya da istekle yapılan ve sonuna kadar heyecanla, adrenalinle gidilen şeyden daha zevkli değildir. Zevkli olan şey yine açık bir bilinçle bunun ardından getirtilebilir. Aç annenin ya da oğulun karnını doyuracak olmak. Ya da evde karının seni beklediğini ve ekmeğinizi paylaşacak olduğunuzu bilmek bir çok insana bilinçli olarak güç verebilir. Tabii bu zorunluluklar düşünmeye engel olmadığı gibi düşünmeye yarar da olmadığını söylemiş olduk. Peki Allan? Zorunlulukla bitirmeye çalıştığı bir okulu vardı. Hem de okunmak düşünmek demekti. Bizlere göre... Ama onlara göre büyük adam olmak sadece elinde üniversite diploman, cebinde arabanın anahtarı olması, cüzdanının kabarık olması ama ruh ceplerine sadece yazılmış arapça duaların olması demekti. Ruh cebine girer mi bilmem ama, diğer usulde bildiğim şey duaları yazanın kalp olması gereğiydi. Ya da aracısı. Son senesinde olduğu ve iki kez sınıfta kaldığı lisesinin kapısını istemeyerek açtı. Aslına bakarsanız bir düz lisesinde paranız varsa ya güçlüsünüzdür, ya sazansınızdır. Allan garip birisiydi. İlk günlerde sazan olup bütün parasını kaptırmıştı. Sonrasında içini kaplayan sanatçı duyarlılığının dışa vurumu tıpkı dedesinde ki gibi militaristçe oldu. Ananesinin "Beyimin" diye sakladığı silahla okula gitmesi büyük bir cesaret örneği ama, aynı zamanda insani ahlak duyguları açısından doğru mu bilinmez. Pek kitap okumuyordu zaten Allan. Babasının bir arkadaşıyla konuşurken "Tabusal vicdan, İnsani vicdan" dediğini duymuştu. Hayatını ona göre yönlendiriyordu. Ona göre arkadaşını vurmamak tabusal vicdandı. Çünkü eziyet eden kişiye eziyet etmemek İnsan derneklerinin İnsancıl olmak diye koyduğu tabudan ibaretti. Günümüzde Allan babasının istediği gibi entelektüel çevrelerde gezseydi, karşısına iki insan portresi çıkardı; 1) Sağdan soldan toplama birikim ile hümanist olduğunu iddia eden kendini kandıran tayfa, 2) Kendi düşüncelerini söylemekten dolayı gerici durumuna düşen tayfa. Allan'ın bu ikinci kategoriye düşecek kadar karakteri yoktu ama insancıl vicdanını kullanarak tabusal vicdana savaş açabilirdi.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Liberal Ruhlar

Şöyle kısa bir şey yazayım dedim, peşinen söylüyorum yok Fight Club'mış yok şeymiş, anlamam. Altta anlamını yazacağım.

-

Gökyüzü, gözlerinin durgunluğu sayesinde durgun olmuştu. Kendini çirkin görmesi bütün insanları çirkin yaptığı gibi, kendisini bir topluluğa adaması da yine kendi yalnızlığına düşman oluşundan kaynaklanıyordu. Yalnız olmak neydi ki? Sosyal olmamak, asosyallik. Ona tavsiye edilen bir çok filozof yalnızlığın önemini vurgulamıştı. Dahiler yalnız olur derlerdi. Asosyallik, yalnızlık; aslında insanın kendisini tanıması, gerçeklere, düşünceye daha çok vakit ayırmasından kaynaklanmıştır. Bazı durumlarda asosyalliğin veya yalnızlığın sonu aşırı sosyalliktir. Özellikle gerçeklerle uğraşan insanlar için. Gerçek ortaktır, değişmez, bir şeyin zıttı laf edilmesi durumunda; gerçeği yalanlama durumunda gerçeğe etki etmez. Gerçekçi, gerçeğini eninde sonunda paylaşmak isteyecektir. Hatta tasavvufta sırrını paylaşmak isteyen, Allah'a çekilen evliya; sırrını öğretmek isteyen, Peygamberin yolundan gitmek isteyen öğretmen'dir. Bu onu ilgilendirmezdi gerçi, tasavvufa ya da felsefeye pek bir ilgisi yoktu. Felsefe gerçekliğe giden yol değil, gerçekliği eleştiren bir şeydi. İsmi ona birbirine karışmış lastikleri andırıyordu. Binlerce düşünceye verilecek binlerce cevap, gerçekçiler adına mükemmel denecek kadar zevkliydi. Ancak tepeden bocalama tabağa bırakılmış dev bir jöleyle uğraşası yoktu onun. Gerçekliğe de gitmeye niyeti yoktu. Hem sonu ölüme giden bir gerçekle yaşıyordu, gerçek en hızlı trenle geliyordu, uğraşmak niye ki? Ceketinin iç cebinden sigarasını ve çakmağını çıkarttı. Sigaranın kapağını sanki etrafta kameraların izlediği bir başrolmüşcesine açtı. Sigarasını gayet nazikçe aldı, ağzına tutarken sigarayı; sigarayı yakmasına sebep olacak hiç bir neden yoktu. İnsanlar yaklaşır ve karışırlar, sonra tekrar ayrılırken sigara yakarlar. O karışmadan zarar aldığını düşünürler, aksine anlatacak bir şeyler elde ederler. Ya da cebe çata pata dolduracak dertler. Bir şey yapmaya ya da yapmamaya bahane. Çakmağı yaktı, sigarasını tüttürdü. Bulunduğu dar sokağın yanından geçip gidecek bir yolcu görünce, peşine takıldı. Bir yandan sigarasını tüttürüyor, bir yandan yolcunun arkasından gidiyordu. Yolcunun soluna geçti, elini yolcunun omzuna vurdu. Görür görmez onun ki kadar çirkin bir yüzü olduğunu anladı. Gözleri çekik, kaşları inceydi. Genişe yakın bir suratı vardı, esmerdi. Solaryuma gitmişti. "Bak dostum." dedi. "Bahanen var. Acıkırsın yemek yersin, yemek yemek için para isterler, çalışırsın. Şehvetlisin, sevgili edinirsin, sevgilin beğensin diye solaryuma gidersin. Yaptığın, yapacağın her şey için bahanen var. Bunların gerçekleri de değiştirdiği yok. Sonunda yüz yüze geleceksin zaten. O yüzden buna da bahanen var. Her bir boka bahanen var." Yolcu, hızlanıyordu. Kaçmaya çalışıyordu Ondan. O, yolcunun önüne geçmesine izin verdi, sonra saçına yapışıverdi. Yolcunun kafasını geriye çekti. Yolcunun poşetleri vardı, yere düştü. Düşen poşetlerin içinden birayı buldu aldı. "Çeviraç." Birayı açtı. Yolcuya "Ağzını aç!" dedi. Yolcu ağzını açtı, bocalama döktü birayı yolcunun garına. Bitirince birayı yolcu, kafasına patlattı bira şişesini. "Acıdı." diye mırıldandı. Bir sigara yaktı. Derdine içti. Düzelebileceği umudunu cebine tıka basa doldurdu. Acı bozukluklarını yolcunun üstüne bıraktı. Ve dar sokağına geçti.

-

O, aslında bildiği şeyleri kendisine tekrar ederek kendinden kurtulmaya çalışan birisi. İnsan yaratılırken bedeninin içine cep dikilmiş. Ruh bölümünün bitişiğine. Bu ceplere istediği şeyi dolduruyor. Ya dünyadan para koyuyor, ya hayal. Koyduğu planları çarpıştığı zaman birisine ödeyebiliyor. Karşısındaki kişi de ona bozukluklarını veriyor. Bozuklukları sohbetlerde karşısındakine veriyor. Karşısındaki bunu sır olarak cebine koyuyor. Umutların gerçekleşmediği durumda iç cebindeki umudun değeri düştüğünden, cebe dert olarak koyuyor. Ama bazen ki dert olan umudun hisseleri yükseldiğinde, eve saklıyor. Gerçekleştiği önemli.
O'nun da umudu bildiği şeyleri kendisi gibilere söylemek. Kendine olan nefretinden dolayı amacını onlara yükleyerek "öğretmenlik yaptığını" sansa da aslında gerçekleri söylemeden fark etmelerini istediği için bir o kadar da yalnız. Asosyallik ile olan alakasını da böylece anlatmış olduk.

5 Şubat 2011 Cumartesi

Film izleyen insan gözlemi ve Bir Diyalogumsu Hikaye

Önceki ay bir diyaloğumu senaryo haline getirmek istediğimi söylemiştim. İkinci diyaloğu okuyan kimse Bilinçaltındaki Bağlantıların, gündelik yaşama uyumu ve bilinci sorgulama ile ilgili olduğunu anlar. Gerçi böyle soruya yanıt arayan Woody Allen tarzı filmler Cevap Veriyorum tarzı Nuri Öztürk kitaplarına benziyor da, neyse. Bir şeye de değinmek istiyorum. Filmde aksiyon gerekliliği ve entelektüellik hakkında. Entelektüel bazda bize yansıtılan belli bir kesime hitap eden filmler olduğu herkesin anladığı bir gerçek. Ki bugün Sinemaya gidelim dediğimizde bazı kimseler "Vizyonda bana göre film yok." diyebiliyorlar. Genellikle Türkiye Halkının izleyicisi aksiyonu bol filmlerden hoşlanıyorlar. Bu derin araştırmalara girebilecek bir konunun giriş maddesi, çünkü; kişi sinema izlerken yaptığı şeyler, yani bir şeye odaklanan insanın bilinci ya da düşüncesi çok önemli. Bir arkadaşım var, O; genellikle film izlerken komedi ya da aksiyon filmlerini tercih ediyor. Bu seyircinin aktifliği açısından var sayarsak bu komedi için geçerlidir. Gülme, mutluluk etkisi. Ama bu mutluluğun, komediyi geçen tek bir türü var ki direkt bilinçaltına hitap eden aksiyon öğesi. Plasebo etkisi. Bahsettiğim şeyi anlamışsınızdır, bir örnekle irdelemeye devam edelim. Bir kahraman polis; namussuz, kötü bir suç işleyen, polisin sevdiğini elinden alan kötü adam. Polis kötü adamı döver. Gülmeye de örnek verip eşitleyelim:
"+Hayatımda sevmediğim bir şey varsa o da muzlardır.
-Sen teknik açıdan bir insan olmana rağmen ruhsal açıdan bir psikopatsın. Ve ilk tanıştığın kıza muzları sevmediğini söylüyorsun.
+Geleceğe yatırım yapıyorum.
-Nasıl bir yatırımmış?
+Ekonomik. Şimdiden muzları sevmediğimi söylüyorum ki sevgili olursak denizde ki muzlara binip, düşüp boşu boşuna para harcamayalım diye." Seyirci güler.

Farka bakınız. Burada gülen seyirci, ama diğerinde gülen polis. Ama iki tarafta da seyirci etkileşimi var. Bu gayet basit. İnsan sosyal, sanatsal diyebileceğimiz etkinliklere ruhuyla katılır. Yani her romanda kendine bir kahraman seçer. Ve ruhunu kahramanın genlerine, yeteneklerine, ailesine, durumuna, yaşantısına koyar. Kitaplar özellikle buna kanıt olabilir. Öyleyse insanın fiziksel olarak katıldığı etkinliklerden çok ruhuyla hissederek katıldığı etkinlikler ona daha çok etki sağlıyor. Çevresindeki etkenlere ruhuyla ya da fiziğiyle katılabiliyor.

En başa döneyim, yeni bir senaryo girişimim var. Bu konuyu spoiler vermeyeceğim bir yönden anlatıyorum, ama buna burada cevap verdiğim için Cevap Veriyorum 2 olacak ama neyse. Yukarıdaki muzlu diyalog -evet muzlu- hoşuma gitti, onu senaryomdan bağımsız halde devam ettirmeyi planlıyorum. Nesnelleştirmek için hani Annie Hall'da bir kafede oturmuştu ya Diana ve Woody. Onu hayal edin. Yeni tanışmışlar.

Bir de alakasız olarak bir şey diyeceğim, yeni başlamışlar deyip kesecektim. Kesemedim. İyi geceler demek geldi içimden. 15 saniyede karar verdim, bu benim e-posta anlayışımdan kaynaklı. Ben herkese hatta babama bile üçüncü şahıs ağzından yazarım. "Babacığım, nasılsınız? Bahis ettiğiniz dosyayı size gönderiyorum. İyi geceler dilerim." Kendinizi babam yerine koymayın. Çünkü garip bir adamdır. Doktordur. Tasavvuf ve felsefe konusunda bilgi sahibi olmak ile merak ettiğim şeylerle kendisinin ilgisi yoktur. Genlerden olacak ki, ayrı yollardan bir araya geliriz hep babamla. Neyse, ben bu üçüncü şahıs şeylerimi başkalarına da atacağım sanki atmayacak mıyım? Onlara da üçüncü şahıs. Neyse. İyi geceler diyorum çünkü saat 02:06. İyi geceler!

-

Bilmiyorum, onunla bir arkadaş aracılığıyla değil doğrudan uzun bir kahve kuyruğunda tanışmıştım. İnsanlar kendine gelmek için kahve alırlar. Ben ise sadece kuyruğa girerim. Daha ucuz. Kuyruktaki insanlar ya orada uyuyup kahve uyanınca alırlar, ya benim gibi yaparlar. Ben, bir süre sonra bilincim açılınca o kuyruktaki insanları gözlemlemeye bayılırım. Zaten O'nla da bir kadının şapkasına aynı şekilde gülerek tanışmıştık. Bana döndü:

+Rahatsız duruyor olmalı.
-Bilmem farketmedim.
+Ona bakıyordun.
-Evet çünkü uyanmak için kahve almaya gidiyor ama kahve almak için giyinirken uyanıyor ve farkında değil.
+Gülünç.
-Evet evet baksana kürkü var.
+Ama kıştayız.
-Yazın her devrimcinin parkası, her sosyetenin deri elbisesi vardır.
+Kürkü?
-Bilmem, kafiyeli olmayacaktı.

Güldü ve benle tanışmak istedi. Tanıştık. 2-3 hafta sürekli konuştuk. Gerek telefonda, gerek yüz yüze. Sonra birbirimizin başka bir yerine değil de gözlerimize baktığımızı anladım. Uzun vadede bakmak için bir kafeye çağırdım. Hayır, evlenmek değil. Sadece birbirimizi daha yakından tanımak için.

+Bana bir çıtır tavuk.
-Bana da özel baharat ve soslarla bulanmış ve dolanmış ve virgülsüz kullanıma kasılmış uzun isimli külbastı.
Garson: Kuzu külbastı mı dana mı?
-En iyisi.
Garson: Kuzu sevilir.
-Kuzu.
*Garson gider*
+Bu vakitte et mi yiyeceksin?
-Neden ki?
+Akşam yemeğinde değiliz ve sonuçta.. Ve.. Yani sonuçta onları öldürenler katil.
-Etimin lezzetli olduğuna inandırırsan beni öldürüp yiyebilirsin.
+*Alaycı bir şekilde kafasını sallayarak güler*
-Şaka yapıyorum.. Vejetaryen misin?
+Dana, koyun, kuzu.. Ölmeden kesilen her canlı konusunda evet.
-*Başını sallar*
+Hey yani nedir, Musa halkı ineklere tapıyor diye şiddetlenerek inek katliamı yapmış. Kurban da bu.
-Değişik düşündün.
+Başka açıklaması var mı? Yani Tanrı..
-Bu konunun Tanrı'yla ilgisi yok. Tanrı sadece fakirleri doyurun demiş. Bir örnekle de açıklamış.
+Ne yani Tanrı matematik kitabı yazarı mı?
-Hayır bir komedyen. Hem de sıkı bir komedyen. Binlerce an, binlerce nefes, binlerce yaşam. Ve binlerce de espri. O büyük adam beni güldürüyor. Yani.. Kendi kendime güldürüyor ama esprileri o yapıyor.. Ve bazen aynaya geçip gülüyorum ve yukarıya bakıp "Ha iyiydi di mi?" deyip gülüyorum. Yani sonuçta dünyada ağaç dikebiliyoruz. Ne yiyeceğimize karar veriyoruz ve Tanrı inekleri besleyip çoğaltmayı da sonra onları doğrayıp fakirlere dağıtmayı da bize söylüyor ya da kasaplar falan filan.
+Fazla konuşmayı sevmiyorsun değil mi?
-Hayır konudan kaçmayı sevmiyorum. Kola falan içer misin?
+İçerim
-*Garsonu çağırır, garsona kola istediğini söyler, garson gider*
+Bekleme süresinden iğreniyorum.
-Kahve alırken tanımadığın insanlarla muhabbet ediyorsun.
+Peki.. Aslında birazcık doğru ama.. Hadi kimi kandırıyorsun ki hepimiz böyleyiz, annemden ya da babamdan değil televizyonda ilk duyduğum şeyi anneme babama söyledim ben. Seninle kafede tanışmam gibi. Orada televizyon gibi insanları izlerim. Sonra benzediğim, yakın hissettiğim birisine söylerim. Benim televizyonum gerçek hayat hem.. Kendimi kaptırabiliyorum. Ama sonuçta gerçekler. Ve, ve lafına gelirsek; evet, tanımadıklarımla tanışabiliyorum ama hissediyorum ki onlarla aynı ailedeniz.
-Ne yani bu sevgili olamayacağımız manasına mı geliyor?
+*Güler.* Hayır. Ama ruhlarımızın daha önce tanıştığı ve şimdi de bir tatile çıkmamız gerektiği manasına geliyor.

-Hayatımda sevmediğim bir şey varsa o da muzlardır.
+Yanılmışım sen teknik açıdan bir insan olmana rağmen ruhsal açıdan bir psikopatsın. Ve ilk tanıştığın kıza muzları sevmediğini söylüyorsun.
-Geleceğe yatırım yapıyorum.
+Nasıl bir yatırımmış?
-Ekonomik. Şimdiden muzları sevmediğimi söylüyorum ki sevgili olursak denizde ki muzlara binip, düşüp boşu boşuna para harcamayalım diye.

+Babam gibisin.
-Hayır pratiğim.. Yani.. Neyse fazla uzatmayacağım.. Yemeklerimizi yiyelim ve insanlarla dalga geçelim haydi!

-

Uykum geldi. Yoksa bayağı devam ettirebilirdim. Tatile göndermezdim tabi. Yoksa zevki çıkmazdı. Hepinize iyi geceler 2.

1 Şubat 2011 Salı

Anısiye

Bu aralar işlerim vardı, Lear'ın devamını değil de bir hikayemi koyuyorum.

~~

" "Bardağına bir an önce içmek için değil de, bir an önce bardağında dursun diye hızla şişeyi boşalttı. Aklına gelen bir kaç cümleyi yazdıktan sonra bardağından bir kaç yudum aldı. Hayat hakkında ki gözlemleri sonucunda yazdığı defter de, insanların evriminin aslında benliksel olduğunu savunmuştu. Doğruluğu tartışılır ama, O; insanların bu evrimi geçirirken bazı kaynaklardan -ister istemez- yardım alacağını düşünüyordu. Mesela düşünerek gelişen insanın kaynakları genellikle gözleme ya da fikirlere dayalıydı. Fikirlerini kendi mi buluyor orası bize kalmaz ama, alt seviyedeki insanları üst seviyeye taşımak için açık açık konuşan öğretmenler gibi yazmayı yeğlemişti o. Çünkü roman ya da hikaye yazsa gizli olarak belirttiği şeyleri sadece onun gibiler'in anlayacağını zannediyordu. İlhama çok saygılıydı. Doğan güneş gözüne vursun, direk olarak aklında canlanan güneş öğesini hem aklına hem de defterine kazırdı. Tekrarlanmaktan korkmazdı. Gerçekler, gerçekten çıkmışsa, gerçeğe sürekli dönmek sorun olmazdı. O yüzden defterine sigara açlığını bilgi açlığı ya da çaresizlik olarak yazsa, buna sürekli çözümler bulsa, çözümlerini beğenip kıçını büyütmeye devam ederdi. Ama bu gereksiz gerçeklere cevap bulup sonra onları işleme koymama mantıksız olabilirdi. Bunun onu ilgilendirdiği tartışılır tabii. Tuvalete gittiğinde oturduğum yerden kalkıp çaktırmadan bilgisayarına göz attım, dünkü yazdıklarına devam etmeye çalışıyor. Hatırladığım kadarıyla her yer tarla olsa, ürünler fışkırsa dört bir yandan, dünya iyi bir yer olabilirmiş. Tabii bunlar ana yemeğe ulaşmak için açlığı bastıran çıtır çerez, o da biliyor öyle olduğunu. "Neden bu böyle?" sorusu onun için çerez. "Neden varız?" ana yemek. Ama bir türlü buna cevap veremiyor. Bir sürü alıntı yapıyor filozoflardan. Tanrı'nın bir amaçla gönderdiğini de, tesadüfen oluştuğunu da yazıyor. Kendisine gelince; "Düşünüyorum, sadece.. Gerçeklere yaklaştığımı hissediyorum. Başkalarının düşünceleri gerçek değildir, gerçeği seçenler olabilir, ama gerçek tektir ve gerçeği yalanlayanları umursamamız gerekmez." Zeki adama benziyordu aslında. Kafasında şapkası. Her zaman gelir, garsona döner, "1 şişe ateş. 1 de bardak." Bunu derken yüzünde bir gülümseme olur. Sakalları vardı, ama beyaz ya da siyah değil, kahverengimsiydi. Bana ilginç geliyordu. Bıyıkları biraz daha gürdü sakallarına göre. Sanki sakallarının arasından kendisini iyice göstermek istemiş; konserlerde deli gibi bağıran grubun solisti gibi. 50 yaşında vardı. Saçları var mı yok mu bilmiyorum, yorum yapmak da istemiyorum. Şapkasını hiç çıkarmaz. Gözlüğü yok. Yani şu ana kadar hiç takmadı. Geçen yaz her halde bir güneş gözlüğüyle geldi, ama numaralı mıydı değil miydi bilmiyorum. Arada etrafa bakıp kahvemi yudumlarken, ya da bir şeyler düşünürken, bir şeyler yazarken göz göze geliriz. Gülümser ve saygıyla başını eğer. Aynı şekilde karşılık veririm, ikimizde işimize döneriz. Müzik defterinde ki iki ayrı nota gibi farklı şeylerden düşündüğümüze eminim. Yalnız biraz ukalayım ki bazı gerçekleri bildiğimden şarkıları daha önce çaldığımdan, virtüoz gibi hissederim bazen kendimi. Geçen garson bir gazete uzattı. Yazdığım oyunum hakkında eleştiri yapmış hıyarın biri. Sinirlendim doğrusu. O zaman da göz göze gelmiştik, yine tekrarladık. Bu adam benim hakkımda bir şeyler mi yazıyor, sonra beni tuvaletten gözlüyor, o yüzden de yazdığı şeyleri mi değiştiriyor. Bilmiyorum doğrusu. Öyle bir şey yapıyorsa çakarım ağzına bir tane. Ateş içmiyorum ama, çok kor yutmuşluğum vardır. Neyse, Teoman ağabey geldi, kahvemin parasını ödedim, "Yarın görüşürüz." dedim. "Tamam" dedi. Geldiğimde yerde yaralıydı, o gün cafede tekrar oturdum. Ama o adam gelmedi. Bildiklerim bu kadar. Dün yaşananları da anlattım. Başka da bir şey bilmiyorum." dedim.
"He tamam da felsefe melsefe siktin beynimi. Git bi de bunları yazılı olarak ver." dedi. Bu da geçen gün ki anımdır."
"Peki biz de şovu bu anıyla kapayalım, hepinize iyi günler."