12 Şubat 2011 Cumartesi

elın melın.

Bu aralar dalgınım. Öyle hikaye yazmaktan çok düz yazı yazmaya başladım. Felsefi siyasi falan. Arkadaşımla konuşuyordum, arada bakıyorum bloguna, iyi hikaye yazıyorsun dedi. Hikaye yazmak aklıma gelince kurguyu düşünemedim, eski alışkanlıklarıma dışarıdan bakıp onları kaybedeceğini düşünmek bayağı psikolojik. Umursamayıp bir hikaye yazayım dedim. Aklımda dün kurduğum bir kurguyu bu hikayeye sonradan kattım. Tu bi kontinyud.

-

Öylesine gelip geçen bir rüzgarın arkasına sığınarak büyük adımlar atmaya karar vermişti. Derdini olağanca karmaşıklıkla bırakmıştı ki, dertli olduğunu hissedebilirdi. Zaten dertleri, derli toplu olarak ele alırsa; bir çıkış yolu, bir sebep, bir güzellik bulabilirdi. Ama derdin güzelliğinden ya da hayata olan boş verme etkisinden olacak ki, önüne rüzgarı alıp öylesine gelip geçeceği hayatta bir yaprağı bile önünden savurmak istiyordu. Kaşları kalın ama birbirinden uzaktı. Gözleri yorgun ve alaycılıkla bakardı. İnsanların ruhlarının şekil değiştirmesiyle, şekil değiştiren tek şey mimiklerdir. Ancak asıl olan özetlenebilecek karakterimize uygundur dış görüntümüz. Onun ki ise başkalarının karakterlerine uygundu. Kendi karakterini değil de farklı insanlardan ona nitelendirilen özellikleri karakteri yapmıştı. İnsanların ya da arkadaşlarım dediği senaristlerin yarattığı bir karakterdi ve rolünü iyi oynuyordu. Tutarsızca; gereksizce girilen bir savaştan kahraman olarak çıkan gazi bir dedesi, militarist çevre de evden kaçıp kaçıp Marks okumuş, ressam olmuş bir babası vardı. Resimleri yapmaya planlarken bir anlam yüklemek yerine, yaptıktan sonra en benzeyen anlamı ona kılıf dikiyordu. Bu uydurma ya da doğaçlama yeteneğinden kaynaklanan bir şey değildi. Ki oğluna da böyle yapmıştı. Bazı insanlar çocukken, ileri de -belki hiç doğmayacak- oğullarının isimleri hazırdır. Ama O, Oğluna baktıktan sonra ismini koymuştu. Sanatçı krizlerinin ne olduğunu tam olarak algılayıp açıklayacak bir şey olduğuna inanmak yerine, kıskançlığın her türlü alanda savaş açılacak bir şey olduğuna inanmak daha akıllıca. Lakin oğlunun beyazdan düzgün tonlar kullanılarak kırmızıya çalan rengini görünce babası sinirlenmiş, hatta kıskançlaşmıştı. Kendinden daha güzel bir sanatçının olduğunu düşünmek yerine kendi sanatını bırakıyordu, ve bu konuları düşünmenin manasız olduğunu vurguluyordu. Düşünmek belki de çok gereksiz bir şeydi. Havaya atılan kürek gibi. Fotoğraf sinemacılığı gibi. Çektiğimiz fotoğrafları eşleştirip, ya da birleştirip birbirine sununca düşünce oluyordu. Ya da zar zor ortaya çıkarılan bir emeğin, bir kitabın arka sözüne yazılacak 15 kelimelik cümleyi başka birisine söyleyince düşünce. Düşünmek bir emeğin başlangıç noktası gibi gözüküyordu. Ta ki zorunluluklar devreye girinceye dek. Aç bir midenin feryadı; fark etmenin ya da bilincin sonucuna getirebilecek kadar güçlüydü ki buna tahammül etmek krallıkla eş değer olmalıydı. Zorunluluğun getirdiği emek, düşünerek ya da istekle yapılan ve sonuna kadar heyecanla, adrenalinle gidilen şeyden daha zevkli değildir. Zevkli olan şey yine açık bir bilinçle bunun ardından getirtilebilir. Aç annenin ya da oğulun karnını doyuracak olmak. Ya da evde karının seni beklediğini ve ekmeğinizi paylaşacak olduğunuzu bilmek bir çok insana bilinçli olarak güç verebilir. Tabii bu zorunluluklar düşünmeye engel olmadığı gibi düşünmeye yarar da olmadığını söylemiş olduk. Peki Allan? Zorunlulukla bitirmeye çalıştığı bir okulu vardı. Hem de okunmak düşünmek demekti. Bizlere göre... Ama onlara göre büyük adam olmak sadece elinde üniversite diploman, cebinde arabanın anahtarı olması, cüzdanının kabarık olması ama ruh ceplerine sadece yazılmış arapça duaların olması demekti. Ruh cebine girer mi bilmem ama, diğer usulde bildiğim şey duaları yazanın kalp olması gereğiydi. Ya da aracısı. Son senesinde olduğu ve iki kez sınıfta kaldığı lisesinin kapısını istemeyerek açtı. Aslına bakarsanız bir düz lisesinde paranız varsa ya güçlüsünüzdür, ya sazansınızdır. Allan garip birisiydi. İlk günlerde sazan olup bütün parasını kaptırmıştı. Sonrasında içini kaplayan sanatçı duyarlılığının dışa vurumu tıpkı dedesinde ki gibi militaristçe oldu. Ananesinin "Beyimin" diye sakladığı silahla okula gitmesi büyük bir cesaret örneği ama, aynı zamanda insani ahlak duyguları açısından doğru mu bilinmez. Pek kitap okumuyordu zaten Allan. Babasının bir arkadaşıyla konuşurken "Tabusal vicdan, İnsani vicdan" dediğini duymuştu. Hayatını ona göre yönlendiriyordu. Ona göre arkadaşını vurmamak tabusal vicdandı. Çünkü eziyet eden kişiye eziyet etmemek İnsan derneklerinin İnsancıl olmak diye koyduğu tabudan ibaretti. Günümüzde Allan babasının istediği gibi entelektüel çevrelerde gezseydi, karşısına iki insan portresi çıkardı; 1) Sağdan soldan toplama birikim ile hümanist olduğunu iddia eden kendini kandıran tayfa, 2) Kendi düşüncelerini söylemekten dolayı gerici durumuna düşen tayfa. Allan'ın bu ikinci kategoriye düşecek kadar karakteri yoktu ama insancıl vicdanını kullanarak tabusal vicdana savaş açabilirdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder